Durum; BOŞLUK

Senin neye nasıl baktığın ne hissettiğin ve nasıl tanımladığın önemli gerisi hiçlik…

Bazı kavramlar var olduğu için mi bazı karakterler var, bazı karakterler var olduğu için mi bazı kavramlar var ?

Hissettiğin o duygunun adı neden hüzün mesela,

mavi de olabilirdi ya da yeşil, siyah neden kara gün rengi, kara gün rengi neden asilliği temsil eder,

çıkmaz sokaktan arkamı dönünce çıkıyorsam neden çıkmaz sokak?

Ne önemi var?

Hissettiğin o duygunun adının ne olmasının ne önemi var?

O meyvenin adı bana göre elma sana göre armutsa ne önemi var?

Müzik; Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler; keman piyano

Mekan; Mutfak masası

Zaman; 11.05.2019 02.21

Durum; BOŞLUK

Beyinli Beyinsizlik  

büyük kayıp

Uykusunun en derin yerinde, onu uyandırmak için bir ses yükseliyordu . Bir anda uyandı yatağına oturdu önce odanın sessizliğini dinledi sonra kutu gibi odasının kocaman penceresinin önüne  geldi dışarıyı seyrederken bu sesi tanıdı. Onu uyandıran bu ses Ezan sesiydi. Kainatı seyre,ardından tefekküre dalmıştı.

Manzaram da yeşil saha, kırmızı koşu yolu, ağaçların ardında bir dağ ve dağın üzerinde evler, evlerin içinde insanlar, peki insanların içinde?

Tam bu sırada bir şarkı. Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler… Sezen Aksu

Kayıplarla dolu hayatlar. Kaybedenler kaybettiklerinin farkında değiller. Dışarıda amaçsız amaçlar için çabalayan bir nesil içlerinde kaybolan vicdanları. Kafa tasları saksı, beyinleri süs çiçeği olan gençler..

Midesi bulanmıştı.

Yatağına döndü ve uyudu. Son uykusuna.

Eski Bir Fotoğraf Karesi: Zaman En Son Neyi Götürür Bizden?

Bugün geçmişe ait bir fotoğraf ulaştı elime, benim de içinde bulunduğum bir fotoğraf karesi. Hemen incelemeden ters çevirdim, ne ile karşılaşmak istediğimi düşündüm bir müddet. O fotoğrafı düz çevirdiğimde ne ile karşılaşmak mutlu ederdi beni? O gün olan ne hala bende olsun isterdim, ya da neyi kaybetmiş olmayı? Fotoğrafı çevirdim, uzunca baktım kendime. Bugün o fotoğraftan ne kadar uzak olduğumu sorguladım kafamda. Yanımda yoktu çoğu insan o gün tüm içtenlikle bana sarılarak o pozu vermemize rağmen. Sonra fiziksel değişimim dikkatimi çekti. Saçlarım, kıyafetlerim, hatta ten rengim bile bir farklı geldi gözüme. Şaşırdım haliyle, 14 yıl önceki bana.

tanim-sonra   Değişim bizim için kaçınılmaz bir gerçek, elimdeki bu fotoğraf somut bir halde dururken karşımda bunu daha iyi idrak ettim doğrusu. Değiştiriyor yıllar bizi, bedenimizi, ruhumuzu, fikirlerimizi hatta gülüşümüzü bile. Daha içten gülmüşüm sanki bu karede, belki de çocuk gülüşümün getirdiği doğallık böyle düşünmeme sebep oluyor, kim bilir. Ama tek bir gerçek var o da artık birçok şeyin oradaki gibi olmadığı. Biz insanlar seviyoruz galiba değişmeyi, ama iyi ki de öyle. Aynı kalmak istemezdim zaten. Çünkü değişim benim için bir felsefe tıpkı birçok toplumda kabul gördüğü gibi. Japon kültürüne ait “Kaizen” felsefesini birçoğunuz duymuştur. Japoncada ‘Kai’ değişim, ‘Zen’ ise iyi olmak anlamına gelir. Yani daha iyiye değişim olarak da çevirebilmememiz mümkün. Bu öğretiye göre insan iyi yönde sürekli bir değişime uğramalı ve asla elinde olanı olduğu haliyle bırakmayıp geliştirmelidir. Japon sanayisinde ve teknolojisinde başarının anahtarı olarak varsayılan bu felsefi yaklaşım kişisel yaşamda da uygulama alanına sahiptir. İyi ki de öyledir bana kalırsa çünkü benim derdim zamanın değiştirdikleri ile değil de bizden aldıklarıyla ilgili. Çünkü bu elimdeki fotoğraf karesi bana çok samimi geliyor nedense bir anda, şu an aynı pozları yakalayamadığımızdan mıdır bilinmez. Keşke diyorum değişirken samimiyetimizi de yanımızda götürsek. Bu bir yolculuksa eğer, her durakta bizdekileri biraz daha kaybetmiş olarak durmasak ve tekrar çıkarken yeni bir yolculuğa daha da yabancılaşmasak bize. Bunu isterdim gerçekten. Çünkü samimiyetimizi kaybederken yanımızdan birileri de eksiliyor; belki biz yeni bize uygun bulmuyoruz onları ya da onlar yeni bize kendilerini uygun bulmuyorlar.

Mevsimler de değişiyor kendi döngülerine ihanet etmeden. Yaz tamamen terk ediyor bizleri şu günlerde. Kuzey yarım kürede hüzün hâkim. Sonbahar; başlangıçlarımızın son durağı… Sonbaharda dökülen yaprakları neye benzetiyoruz da sarmalıyor bu hüzün? Yine mi bir şeyler eksiliyor bizden diye. Eksilmeyi sevmiyoruz bizler sanırım, hep bütün olarak çıkmak istiyoruz istekle başladığımız yolculuklardan. Ama değişiyoruz çokça, eksiliyoruz, yarım kalıyoruz. Değişim güzeldir bence korkmayalım değişip dönüşmekten. Ama eksilmek cazip gelmiyor bana. Ve kaybetmek. Kaybetmeyelim bizdeki hiçbir özelliği, bizi biz yapanları. Ve kaybetmeyelim samimiyetimizi. Zira bugünlerde çokça ihtiyaç duyuyoruz ona. Son durağa geldiğimizde yanımızda olmasını isteyeceğimiz ilk şeyi ve eksikliğini en çok hissedeceğimiz şeyi en başta harcamayalım, yok etmeyelim.

Yazık oldu yarınlara,

Avunurum anılarla,

Hani nerede ümitlerim,

Hepsi sanki bir rüya.  

‘İlhan İREM’

Sözlerime uzaktan da olsa destek olan bu şarkıyı da dinlemenizi tavsiye ederim.

 

Bir Tren Daha Kalkıyor Haydarpaşa’dan ama Sadri alışık…

fff

Kadın, birkaç yerinden katlanmış bir bilet çıkardı cebinden. Avcunun içinde sıkı sıkı tuttu. Kaçmasını engellemek istiyordu çünkü biliyordu; bu denli katlanması bir biletin, ancak kendi kendini yok etme isteği taşıdığına işaret ederdi. Yok olsun istemediği için var gücüyle sıktı parmaklarını. Başka bulutlar görme ihtiyacı taşıyan ruhunu ancak bu bilet kıpırdatabilirdi yerinden. Kimi bilet iki parmağının kenarıyla tutsan da gitmezdi. Hangi biletin götürmesini istiyorsan seni, ne kadar sıksan da tutması zor gelirdi. Biletlerin İstanbul’a geleniyle ondan gidenini ayırt edebilecek kadar yaşamıştı burada kadın. Yaklaşık 25 yıl. Her çıkmazının sonuna bisikletler sürmüş; Kanlıca’da yoğurt, Üsküdar’da acıbadem kurabiyesi yemiş hatta lise yıllarını Kuzguncuk ile taçlandırmıştı. Yine de en çok yarımadayı severdi. Yorgun bir ağacın gölgesinde yapılan mahalle pikniklerini, keskin naftalin kokusunu daha kolay atlatmak için yüzlerini birbirine dönmüş farklı renklerdeki birbirinin aynı evleri, şimdilerde cadde marketlerine imrenip ışıklı tabela yaptıran Bakkal Bahtiyar’ı, küçücükken başlayan kocaman sevdalarını surların… Bakmayın adı yarımadadır falan ama hayli geniş, kalabalıktır buralar. Adında yarım olup da özünde tamamlanmış, eksiksiz bir firar noktasıdır. Fener’den Haliç’e toplamda kaç sokaktan inildiği henüz saptanamamıştır. Dünyanın hiçbir yerinde herhangi bir ceviz ağacı sizi o kadar uzun süre saklayamaz. En güvenilir ceviz ağaçlarını Gülhane’de bulmanız mümkündür. Unutmadan, dünyaya açılan bütün tramvaylar da Laleli’den geçer. Her gün, üç dakikada bir Laleli’den dünyaya açılabilirsiniz. Belki de bu yüzden başkadır aşkı İstanbul’da tatmak. Onu biraz daha tanıdığınız her gün, İstanbul’u da tanırsınız çünkü.

Eminönü’nde bir amcaya rastladım geçenlerde. Aynı peronda otobüs beklerken eski balıkçılardan bahsettik. Sırtını köprüye verdiğinde baştan üçüncü tekne çok eski dostuymuş. İlk sarhoşluğunun şahidi, şimdilerde uskumruyu en iyi yapan tekne. Rukiye ablayla da tanıştırmış onu. Burada bulup, burada kaybettiği aşkı. 70’lerin Yarımada güzeli, kumral Rukiye. Her sabah Galata Köprüsü’nde buluşur, mutlak üç simit alırlarmış. Birini ikisi paylaşırmış, ikisi martılar için. Bu perondan eskiden bu kadar otobüs kalkmazmış mesela. Zaten eskiden İstanbul’un bu kadar semti de yokmuş. İstanbul’un her yeni semtine, amcam bu peronlardan varmış. Bu liman, ne yaşadıysa şahidiymiş onun ama Rukiye abla Allah’ın bir günü bir vapura binmemiş. Onu kaybettiği günden beri karış karış dolaşmış buraları amcam. Bir gün bile rastlamak nasip olmamış hiçbir köşe başında ama hala da arayacakmış, o yüzdenmiş balıkçılardan bile erken uyandırması Eminönü’nü. Düşünün ki bir kayıp sevdayı derinine gömebilecek kadar büyük, şimdilerde önüne “tarihi” sıfatının eklendiği yarımada. Rukiye abla kimmiş, neredeymiş onu ancak sevdalısı bilir. Bir de işte, sırtını köprüye verdiğinde baştan üçüncüsü balıkçıların.

Şimdi bir kadının elinde bilet, başı bir adamın omzunda. Gözlerinin önündeyse yine aynı Galata. Mümtaz amcanın peronda anlattığı hani. Bilmem hiç geldiniz mi İstanbul’a? Ben mısırın közde pişenini, kestanenin içi biraz diri kalmışını severim. Rukiye abla da benim gibi. İçi diri kalmış kestaneleri o yiyecek bu hikayede. Ben bu hikayede olsaydım eğer, ben yerdim. Zaten yüreğinde gidiyor olmanın alışılmamış burukluğuyla fazla değil, en fazla iki tane geçebilecek boğazından. Bilet tutmadığı eliyle kese kağıdının içinden bir kestane daha çıkardı kadın. Bir an düşündü. Adamın sol omzunun sağdakinden ne farkı olduğunu. Yıllarca bu yöne yattığını hatırladı kısa bir an. Her sevinçte, her kederde, yalnız kalınan her fırsatta, her durakta ve şimdi de ayrılıkta. Kafasını usulca adamın sol omzuna dayadı. Kimi zaman iki elini birbirine tutuşturup çenesinin altında birleştirirdi. O son anda, bunun anlamını düşündü kadın. Bu huzurlu teslimiyetin nişanesini son kez takabilmek için saçlarına, kestaneyi usulca ağzına atıp ellerini çenesinin altında birleştirdi. Her şeyden habersiz kahramanı hikayemizin, sıcacık bir öpücük kondurdu kadının saçlarına. Yıllardır kadının ona her teslimiyetinde yaptığı gibi. Yapışkan bir yaş süzüldü kadının iki gözünden. Tek gözünden süzülseydi, ağlayan yalnız sol gözü olsaydı belki biraz daha zamanları olacaktı ama iki gözünden süzülünce Mümtaz amcanın ıslanan ipek gömleği, ayrılığın habercisi oldu. Türk filmlerinden alışkın olduğumuz o yumuşak hareketle kadının çenesini iki parmağı arasına alıp yüzünü kendi yüzüne çevirdi. Hani onlarca kez izlesek de her yeni seyir, ilk defaymış hissi verir ya… Adam, kadının yüzünde gözlerini gezdirdi. Adam, kadının yüzünde gezdirdi gözlerini. Adam yüzünde gezdirdi gözlerini, kadının. Her yeni kanalda başka başka adamlar, kendi kadınlarının yüzlerini ezberliyordu. Her yeni kanalda, bir kadın adamından gidiyordu. Ve burada… gözlerini kadının yüzünde gezdirdi, adam. İki dudağın arasından çıkacak herhangi bir fısıltı, alelade gerçekleşecek her vedanın seyrini değiştirebilirdi. Adam, gözleriyle sordu bu kez. Önce dudaklarına sordu kadının. Başka bir kanalda, başka bir adam başka bir kadının elmacık kemiklerine soruyordu aynı soruyu. Bir diğer kanalda bir diğer adam bir diğer kadının kirpiklerine sordu. Ve burada… Kadın, sıkı sıkı tuttuğu avcunu açıp, sıranın onlara gelmesinden korktuğu gözlerini bilete kaçırdı büyük bir hızla. Akan her gereksiz gözyaşı, bileti zoraki bir katından daha kurtarıyordu. Hani sonunun mutlu bittiğini bildiğimiz halde veda sahnelerinde yine de ağlarız ya… 11 dakika sonra, mutlu sonla biteceğini ezberlediğimiz her filmin vedalarında usanmadan ağlarız. Her kanalın başında, bir kadın ağlıyordu başka başka ayrılıklara. Her gereksiz gözyaşı, bir bileti daha kendi vedasından azat ediyordu.

Aşk güzeldi, İstanbul’da aşk iki kere güzel elbet. Bu hikayede tek bilet bir İstanbul, bir de Mümtaz amcaya veda etmeye yetiyordu. Bu yüzden bir adama göre dünyanın en güzel avuç içi teriyle hemhal olmuş bu tek bilet, iki vedayı barındırıyordu ön yüzünde. 11 dakika bir vedayı kurtarmaya elbet yeterdi. Bu yüzden sırtını köprüye verdiğinde baştan üçüncü ya da sondan ikinci fark etmeksizin hiçbir tekne bilmezdi Rukiye ablanın yerini. Bu kanalda izlediğimiz hikaye, finalinde yalnız bir İstanbul vedası barındırıyordu. 11 dakika sonra Haydarpaşa’dan bir tren daha kalkıyordu. Mümtaz amcaya yanlış peronda beklediğini o sabah da söylemedim. İki dudağın arasından çıkacak herhangi bir fısıltı, alelade seyreden bir özlemin bütün seyrini değiştirmeye yeterdi. Nihayet, sesler gelmeye başladı biletten. Ben seni unutmak için sevmedim, Zeki Müren’den.